Troya : Efsane ile Gerçek Arası Bir Kente Yolculuk / Troy Journey to a City Between Legend and Reality
Üç bin yıllık efsanesiyle tüm Avrupa kültürünü kalıcı bir şekilde etkileyen, antik dünyanın hakimi Romalılar ve ortaçağ hükümdar aileleri tarafından anavatanları olarak kabul edilen Troya, ozan Homeros’un M.Ö. 750. yılında yazdığı İlyada Destanı’yla ölümsüzleşir. Helenistik dönemde daha çok İlion adıyla tanınan kente, Troyalı Aeneas’ın soyundan geldiklerine inanan Romalılar ve Roma İmparatorluğu egemenliğindeki halklar büyük saygı gösterirler; İlyada Destanı’ndan tanıdıkları mekanları ziyaret eder, resmeder, yazarlar. Ancak Troya, ortaçağda ve onu izleyen Osmanlı döneminde yavaş yavaş terk edilir, unutulur... Aslında unutma değildir bu, gerçek bir masal kentine dönüşün adıdır... Ta ki 19. yüzyıla kadar. Bu yüzyıla gelindiğinde Troya, yerini kimsenin bilmediği bir masal kenti olmayı sürdürürken, Batılı birçok gezgin ömrünü hayal şehri bulmaya adar. Ama Troya’yı bulmak amatör bir arkeolog olan Heinrich Schliemann’a nasip olur. Ancak, Troya’da ya da daha doğru bir deyişle Hisarlık’ta, Hisarlık tepesinin yarısını satın alarak burada kazı yapan Frank Calvert’in adını anmak lazım. Calvert’ten sonra 1868’de bölgeye gelen Schliemann, bir arkeologdan çok bir define arayıcısı gibi davranır. Gözlerden ırak tuttuğu tepede derin yarıklar açarak büyük toprak kütlelerini yerinden oynatır ve buluntuların önemli bir bölümünü yaptığı anlaşmaların aksine Türkiye dışına kaçırır. Bunlar arasında halen büyük tartışma konusu olan Priamos’un altınları da vardır. Schliemann, bu mücevherleri eşine takarak önce poz verdirir, fotoğraflarını çeker, sonra da 8831 parçadan oluşan eserleri gerçek bir polisiye öyküyle yurtdışına kaçırır. Bu hazine, bir ara Londra’da, sonra da Berlin’de sergilenir; ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortadan kaybolur. Sonunda 1994 yılında Moskova’da Puşkin Müzesi’nde açılan sergiyle yeniden gün ışığına çıkar.
Üç bin yıllık efsanesiyle tüm Avrupa kültürünü kalıcı bir şekilde etkileyen, antik dünyanın hakimi Romalılar ve ortaçağ hükümdar aileleri tarafından anavatanları olarak kabul edilen Troya, ozan Homeros’un M.Ö. 750. yılında yazdığı İlyada Destanı’yla ölümsüzleşir. Helenistik dönemde daha çok İlion adıyla tanınan kente, Troyalı Aeneas’ın soyundan geldiklerine inanan Romalılar ve Roma İmparatorluğu egemenliğindeki halklar büyük saygı gösterirler; İlyada Destanı’ndan tanıdıkları mekanları ziyaret eder, resmeder, yazarlar. Ancak Troya, ortaçağda ve onu izleyen Osmanlı döneminde yavaş yavaş terk edilir, unutulur... Aslında unutma değildir bu, gerçek bir masal kentine dönüşün adıdır... Ta ki 19. yüzyıla kadar. Bu yüzyıla gelindiğinde Troya, yerini kimsenin bilmediği bir masal kenti olmayı sürdürürken, Batılı birçok gezgin ömrünü hayal şehri bulmaya adar. Ama Troya’yı bulmak amatör bir arkeolog olan Heinrich Schliemann’a nasip olur. Ancak, Troya’da ya da daha doğru bir deyişle Hisarlık’ta, Hisarlık tepesinin yarısını satın alarak burada kazı yapan Frank Calvert’in adını anmak lazım. Calvert’ten sonra 1868’de bölgeye gelen Schliemann, bir arkeologdan çok bir define arayıcısı gibi davranır. Gözlerden ırak tuttuğu tepede derin yarıklar açarak büyük toprak kütlelerini yerinden oynatır ve buluntuların önemli bir bölümünü yaptığı anlaşmaların aksine Türkiye dışına kaçırır. Bunlar arasında halen büyük tartışma konusu olan Priamos’un altınları da vardır. Schliemann, bu mücevherleri eşine takarak önce poz verdirir, fotoğraflarını çeker, sonra da 8831 parçadan oluşan eserleri gerçek bir polisiye öyküyle yurtdışına kaçırır. Bu hazine, bir ara Londra’da, sonra da Berlin’de sergilenir; ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortadan kaybolur. Sonunda 1994 yılında Moskova’da Puşkin Müzesi’nde açılan sergiyle yeniden gün ışığına çıkar.